19 Nisan 2012 Perşembe

Alparslan Türkeş, Küçük Hüseyin Efendi, Üzeyir Garih cinayeti ve Kripto Yahudiler | Akademi Dergisi

akademi dergisi, Alparslan Türkeş, üzeyir garih, küçük hüseyin efendi, içimizdeki israil, masonlar, mevlevilik, melamilik, hurufiler, sabetayistler, gizli yahudiler, gerçek yüzü, dinler arası diyalog, bektaşilik, fethullah gülen,

Alparslan Türkeş'in gerçek ismi olan Hüseyin Feyzullah'ın hikayesi ilginçtir.




Adındaki Hüseyin, ünlü işadamı Üzeyir Garih'in mezarı başında öldürüldüğü Küçük Hüseyin Efendi'den gelir.

Üzeyir Garih, kimliğinde Yahudi yazdığı ve 33. dereceden Mason olduğu bilinmesine rağmen bu Mevlana Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarını çok sık ziyaret etmiştir. 

Küçük Hüseyin Efendi'nin icazet aldığı kendinden önceki şeyhi ise Feyzullah Efendi'dir... Türkiye'nin son yüzyılına damgasını vurmuş pek çok kimsede olduğu gibi, Türkeş'in adını koyan babası da, Küçük Hüseyin Efendi de ve daha binlerce kişi de "ASLINDA YAHUDİ OLDUKLARI HALDE TÜRK VE MÜSLÜMAN GÖZÜKEN BİR İHANET ŞEBEKESİNİN FERTLERİDİRLER."


İşadamı Üzeyir Garih’in Eyüp Sultan Mezarlığı’nda mezarına ziyarete gittiği sırada uğradığı saldırı sonucu ölmesi, bütün dikkatleri burada ziyaret ettiği Mevlana Küçük Hüseyin Efendi’nin üzerine çevrildi. Peki, bu zat kimdi?

Mevlana Küçük Hüseyin Efendi; Ankara’nın, Arslan Bey Mahallesinde, 1244 (1828) senesi dünyaya gelmiş. Babası, Katırcı Ali Abdullah Efendidir.

Gençlik yaşına kadar Ankara’da kaldıktan sonra, Ankara’yı terk ederek Mihalıççık’a gitmek zorunda kalmış. Babasının vefatından sonra İstanbul’a gitmeye karar vermiş.

İstanbul’da Mevlevi tarikatına mensup bir ustanın yanında çıraklığa başlamış. Mevlevi usta; okuma – yazma öğrenmesi için, Küçük Hüseyin Efendi’yi, Bayezid Camii avlusundaki bir tesbihçinin yanına götürmüş. Tesbihçinin yanında iken, sabahları Süleymaniye Camii’ne gider, ders okurmuş.

Küçük Hüseyin Efendi’nin ilk şeyhi Hacı Feyzullah Efendi’dir. Onun vefatından sonra, Edirneli Mehmed Nuri Edirnevi Efendi’ye bağlanmış 8 yıl da bu Zat’ın eğitiminden geçmiş. Bir süre Hasan Visali Efendi ile sohbetlere devam eden Küçük Hüseyin Efendi, Hasan Visali Efendi’nin 1902 yılında vefatından sonra, 1902 yılında 76 yaşında iken şeyhlik ile görevlendirilir.

İrşad merkezi haline gelen evi; Kocamustafa Paşa’dadır. Çok talebesi olan Küçük Hüseyin Efendi, 397 gün hasta yattıktan sonra 14 Mart 1930’da ahırete göçmüş. Kabri, Eyüp Sultan’da; Karlık tepe (Gümüşsuyu) diye bilinen yerde ; ikinci şeyhi Mehmed Nuri Efendi’nin kabri civarındadır.

Küçük Hüseyin Efendi, 120 cm. boyunda, zayıf cüsseli, sol yanağında beni olup, sağ gözü ameliyatlıydı. Seyrek sakallı ve siyah beyaz karışımı idi.

KÜÇÜK HÜSEYİN’İN GERÇEK KİMLİĞİ

Küçük Hüseyin Efendi’nin kronolojik hayatından sonra şimdi de gerçek kimliğini bildirelim:

Küçük Hüseyin efendi, Nakşi değil Mevlevi idi. Gerçek kimliğini öğrenebilmek için mensubu olduğu tarikatı bilmek gerekir.

Mevlevilik nedir?

Mevlevilik, önceleri tasavvufta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin ve talebelerinin takip ettiği bir yol, sahih bir tarikat idi.

Mevlana hazretlerinin, hayâtında tarîkat kurmak gibi bir teşebbüsü olmadı. Fakat daha sonra gelenler bu yola ‘Mevleviyye’ adını vererek yolun temel esaslarını ortaya koydular.

Tevâzû, hoşgörü, şefkat, merhamet, cömertlik, muhabbet gibi güzel huylarla ahlâklanmak bu yolun belli başlı esaslarındandı.

İnsanların Allah-ü teâlânın rızâsına, dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarını gâye edinen Mevleviyye yolu, geniş kitleler ve Selçuklu Sultanları üzerinde tesirli oldu. Osmanlı Sultanları da Mevlevîlere ve Mevleviyye dergâhlarına değer verdiler. Devlet adamlarından ve halktan büyük destek gören Mevlevîler köylere kadar yayıldılar. Çok büyük hizmetlere vesile oldular.

Mevleviliğin Bozulması

Ancak Bektâşî dergâhlarına ve Yeniçeri Ocağına sızan ve bu ocakların bozularak kapatılmasına sebep olan Eshâb-ı kirâm düşmanı Hurûfîler zamanla Mevlevî dergâhlarına da sızdılar.

Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin ismini istismar ettikleri gibi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin isminin arkasına sığınarak bozuk inanış ve düşüncelerini Mevlevîler arasında yaymaya başladılar. Mevlevî şeyhlikleri câhillerin eline düştü. Mesnevî’de geçen ‘ney’i çalgı sanarak ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya, dans etmeye başladılar. İbâdetlere haramlar karıştırdılar.

Osmanlı Devletinin yıkılışını hazırlayan, Avrupa’ya köle durumuna düşmemizi sağlayan Tanzimat ve Islahat hareketlerine, İtihat Terakkiye destek verdiler. Mevlevîler, Avrupa hayranı devlet adamlarından destek gördüler. Yurt dışına gidip Osmanlı Devletinin aleyhine faaliyet gösteren Jön Türklerle münâsebet kurdular. Midhat Paşa gibi mason devlet adamları Mevlevîler arasına katıldılar.

İkinci Meşrûtiyetin îlân edilmesine ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesine taraftar oldular. İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin oldu bittiye getirerek girdikleri Birinci Dünyâ Savaşına Mevlevî Alayı olarak katıldılar.

Son zamanlarında neredeyse İslamiyet ile alakası kalmayan, Yahudilerle, dış güçlerle içli dışlı olan Mevlevî tekkeleri, 1925 senesinde kapatıldı. Konya’da bulunan Mevlevîliğin merkezi Halep Mevlevîhânesine nakledildi. Fakat 1944 senesinde Suriye Devletinin tekkelerle ilgili aldığı yeni kararlarla Mevlevîlik resmî özelliğini kaybetti.

O DEVRİ YAŞAYANLARIN DİLİNDEN KÜÇÜK HÜSEYİN

Şeyh Küçük Hüseyin’in İslamî kesimin dışında bazı kesimlerle bağlantıları ve yaşayışı zamanının alimleri arasında zaman zaman tartışmalara sebep oluyordu. O günün şartları icabı birçok şeyhe baskı yapılırken, bunun rahat bir şekilde hareket etmesi, tutuklanma, takip ve baskı gibi hallere maruz kalmaması da dikkat çekicidir. Bunun için zamanının gerçek şeyhleri, alimleri buna hep şüphe gözüyle bakmışlar, kendisinden uzak durmuşlardır. Cenazesine bile iştirak etmemişlerdir.

Örneğin, Şeyh Efendi vefat ettiğinde talebeleri, Eyüp’ün meşhur alimlerinden birine gidip, Şeyh efendinin telkinini vermesini isterler. Meşhur alim, ‘Böyle birinin telkini verilmez’ deyip teklifi red eder. Fasık yani günahkar da olsa, Müslümana telkin verilirken bu alim buna niçin vermedi?

Yine bu alim, Eyüp’e yeni geldiğinde, Küçük Hüseyin’in çok talebesi olduğunu öğrenince merak edip, evine ziyaretine gider.

Şeyh Efendi hasta yatağında yatmaktadır. Bir ara gözünü açıp şunları söyler: 

➥ 'Alacaksan al canımı. Niçin bana eziyet ediyorsun, nedir senden çektiklerim, yeter artık!’ gibi serzenişlerde bulunur. Alim zat merak ettiği zatın, nasıl cenab-ı Hakka karşı isyan halinde biri olduğunu anlar, oradan uzaklaşır.

Uzun süre Darüşşefeka’da öğretmenlik yapmış olan, Halid Turan Bey, kendine bir şeyh bulmak için yollara düşer. Tavsiye üzerine, Şeyh Küçük Hüseyin’in dergahına varır. Şeyh Efendi müridleri ile oturmaktadır. Fakat Şeyh Efendi hiç konuşmuyor. Bu sessizlik dikkatini çeker. Bir ara mırıltı şeklinde birşeyler söylemeye başlar Şeyh Efendi. Konuştuklarına anlayamayan Halid Turan Bey, müridlerinden birine sessizce sorar: ‘Şeyh Efendi ne diyor?’ Mürid sus işareti yaptıktan sonra usulca cevap verir: ‘Sus! Efendi hazretleri Allah’la konuşuyor.’ Halid Turan Bey yanlış adrese geldiğini hemen anlar, çıkıp gider.

KÜÇÜK HÜSEYİN’İN YAHUDİLERLE DOSTLUĞU

Gazetelerde, Küçük Hüseyin’in Üzeyir Garih’in babasının evine sık sık geldiği ve babası ile dost olduğu yazıldı. Bu haberin doğruluğunu, Yahidiler ile Mevlevilerin içli dışlı olduklarını Sabateist (Yahudiliğin bir kolu) Rıfat Zorlu da teyit etmektedir. Eğitim – Bilim dergisinin Kasım 2000 sayısındaki repörtajında Zorlu şunları söylüyor:

➥ ‘İttihat ve Terakki döneminde Sabetaycılığın fonksiyonunu üç yerde görüyorsunuz: 'İttihat ve Terakki, Mason locaları ve İslamî tarikatlar.' Özellikle Melamilik ve Mevlevilik içinde yaygınlar. Bu üç ayrı grup Sabetaycıların siyasi yapısını belirliyor.

Türkleştirme politikalarında Ermeni ve Yahudilerin devlet kadrolarından çıkartılması ile bu mevkiler Sabetaycıların eline geçmiştir. Bu da gayet kolay. Çünkü, birkaç lisan konuşabilen, Avrupa ile ilişkisi olmuş insanlar Sabetaycılar arasından çıkmıştır.’

Sabetaycılar kendi din adamlarını İslamî tarikatlar içinde yetiştirmişlerdir. Bu çok ilginç, adam hahamdır, ama dışarıdan baktığınız zaman MelamilikMevlevilik ve Bektaşilik tarikatları içinde yetişmiş din adamı gibi görünür. Nitekim, Selanik’teki Şemsi Efendi Okulu’nun kurucusu hahamdı. Haham olduğu cemaat içinde belgelenmiştir. Böyle bir tuhaflık da vardır.

Aynı dergideki başka bir yazıda da şu ifadeler yer alıyordu: 

➥ ‘Türk Ocaklarının kurulmasında en fazla maddi desteği veren kişi, Yahudi asıllıydı. Tekin Alp müstear ismiyle yazan Moiz Kohen de bir Yahudi idi ve Türk Milliyetçiği üzerinde etkili olmuştur.’

KÜÇÜK HÜSEYİN’İN MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK İLİŞKİSİ

Mareşal Fevzi Çakmak’ın Küçük Hüseyin’in müridi olduğu kesin. Zaten, vasiyeti üzerine yanına defnedilmiş. Anıtkabir’de devlet mezarlığı açılınca oraya nakledilmek istenmiş yakınları razı olmamış.

Burada anlaşılamayan, bütün tarikatların kapatılarak, tarikat mensuplarının yakın takibe alındığı bir zamanda Fevzi Çakmak gibi devletin en üst düzeyinde 21 yıl kalmış birinin bu ilişkiyi sürdürmesi.

Bazı yazarların da değindiği gibi burada şu akla geliyor: 

➥ 'Acaba bu tarikat, faaliyetlerini derin devletin kontrolünde mi yürütüyordu? Bu faaliyetlere göz mü yumuluyordu?'

Bu endişeyi taşıyanlardan biri de Fehmi Koru. Bu endişelerini Yeni Şafak’taki 29.8.2001 tarihli yazısında şöyle dile getiriyor:

➥ ‘Profesör Toktamış Ateş, Mareşal Fevzi Çakmak’ın ‘Türk Musevilerinin hâmisi’ olduğunun anlaşılmasından hiç mutlu olmamış. Bu tespitin Jak Kamhi’ye ait olduğunu sanıyor. Oysa, CNN-Türk’e Vitali Hakko’ya atfen yansımıştı o iddia, doğru kaynağı burada ben yazdım: Türkiye Musevileri ile ilgili araştırmalarıyla tanınan Rıfat N. Bali…'

Toktamış Ateş ‘Yok öyle şey’ dese de gerçek değişmiyor: 500 yıldır ülkemizde yaşayan Museviler, bir ara kendilerine karşı ‘kitlesel imha planları’ yapıldığını düşünmüş ve bundan vazgeçilmesini Mareşal Fevzi Çakmak’ın müdahalesine bağlamışlar.

En iyisi bu konudaki bilgileri kaynağından almak. Rıfat N. Bali’nin ‘Cumhuriyet yıllarında Türkiye Yahudileri: Bir Türkleştirme serüveni (1923-1945)’ adlı kitabına taşıdığı bilgi şöyle:

➥ ‘Azınlıklar arasında çok yaygın bir söylenti de neredeyse sarsılmaz bir kanaat olarak hepsinin ortak belleklerinde yer etti. Bu, ihtiyat olarak silâh altına alınmalarının nedeninin kitlesel olarak imha edilmelerinin önlenmesi olduğu söylentisiydi. İnanç haline gelen bu söylentiye göre azınlıkları kitlesel olarak imha etme tasarısı hükümetin bir planı idi. Genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, bu tasarıdan haberi olunca Nafia Vekâletine bağlı olarak askere alınan azınlıkları Milli Müdafaa Vekâleti emrine aldırarak kendi emir kumandası altına soktu ve böylece onları imha edilmekten kurtardı.’ (s. 419).

Jak Kamhi’nin adı, kitapta, ‘Diyebiliriz ki, Mareşal Fevzi Çakmak Yahudilerin en büyük müdâfiiydi’ cümlesinin sahibi olarak geçiyor.

Mareşal Çakmak’ın ‘Nakşi’ olması (Nakşi değil Mevlevi) gerçek bir sürpriz; çünkü onun en önemli askerî koltukta oturduğu dönemde tarikatlarla epey uğraşıldı. Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’nin vefatından sadece sekiz ay sonra meydana gelen ‘Menemen Vak’ası’ yüzünden, aynı tarikatın büyüklerinden Şeyh Esat Efendi ve müritleri muhakeme edildi. Birçok kimse idam edildi.

Ne diyelim; Musevilere kol kanat germeyi başarmış Fevzi Çakmak’ın Nakşilere (müslümanlara) fazla bir yararı olamamış.’

Gerçekten garip bir durum değil mi? Yahudilere, Mevlevilere destek çıkan Fevzi Çakmak müslümanlara niçin kol kanat germedi? Bu hal birçok yazarın ifade ettiği gibi, yoksa bir danışıklı dövüş müydü?

MASON MUYDU?

Bu konuda kafası karışanlardan biri de Akit’ten Hasan Karaya. 30.8.2001 tarihli yazısında şöyle diyor:

➥ ‘Bir yanda Şeyh Hüseyin Efendi’nin kabri, bir yanda ‘beni şeyhimin yanına defnedin’ diyebilecek kadar ona bağlı Mareşal Fevzi Çakmak’ın kabri! Tam ortasında ise Üzeyir Garih!

Öyle bir ‘tarikat’ şeyhi ki; bir ‘Müslüman Mareşal’ de, bir ‘Musevi işadamı’ da onun müridi! Gel de, çık işin içinden! Öyle bir ‘mareşal’ ki;

Bütün ‘şeyh’lerin, ‘derviş’lerin ve de onların ‘mürid’lerinin inim inim inletildiği, adeta ‘köklerinin kazındığı’ bir dönemde, o, ‘Ankaravî Şeyh Küçük Hüseyin Efendi’ye mürid olabiliyor!

‘Şeyh ve derviş avı’nın amansızca sürdürüldüğü o dönemde, şeyh de hayatta, müridi de ayakta kalabiliyor! Gel de çık işin içinden!

Acaba hangisi gerçek? Ya da; ‘Yalan’ olan hangisi? Şahsen ben, çıkamadım işin içinden! Öyle ya; Bir yanda ‘tarikat şeyhi’, öte yanda; biri ‘Müslüman’, öteki ‘Musevi’ iki mürid! Gelin de karışmasın kafanız. Gelin de sormayın:

➥ Acaba Şeyh Hüseyin Efendi ve müridi Fevzi Çakmak da birer ‘mason’ muydu?’

GARİH’İN DİNLERARASI DİYALOG GAYRETİ

Üzeyir Garih’in ‘Toprağı bol olsun’ en büyük özelliği bütün müslümanlara yakın olması, herkesle diyaloğunun iyi olmasıdır.

Zaten gizli Müslümanlığı da pek ciddiye alınmadı. ‘Üzeyir Garih gizli din taşıyordu, aslında Müslümandı’ türü bir yakıştırmanın rolü olmadığı belli. Böyle bir iddiaya yer yok. Garih’in ‘inançlı’ bir insan olması ona ilgi duyulması için yetti. Şeyh Küçük Hüseyin Efendi’ye ve Mareşal Fevzi Çakmak’a duyduğu özel yakınlık, belli ki, ‘kişisel’ ve ‘Musevi cemaati’ eksenli bir duyarlılığın eseriydi. (F.Koru, Y.Şafak – 3.8.2001)

Garih’in, bu diyalog ile yapmak istediği de Müslümanlar ile Yahudi ve Hıristiyanları yaklaştırmaktı. Yani üçünün karışımı bir din ortaya çıkartmaktı. Bunu yaparken maksadının ne olduğunu; iyi maktsatla mı kötü maksatla mı yaptığını bilemeyiz. Fakat gerçek olan dinler arası bir diyaloğun sağlanması faaliyeti idi. Bu diyalog faaliyetini İngilizler yürüttüğüne göre, acaba Garih İngilizlerin adamı mı idi? Fanatik Yahudiler bunun için öldürtmüş olabilirler mi?

Nitekim, MİT eski Daire Başkanlarından Prof. Mahir Kaynak:

➥ ‘Eymür’ün iddiasına kesinlikle inanmıyorum. Türkiye’nin yaptığına bile inanmıyorum. Bu, Yahudilerin kendi aralarında yapmış olduğu iç çatışmanın bir sonucu olarak gerçekleştirilmiş bir cinayettir. Bunun dışında varılan her türlü kanaat spekülasyondur.’ değerlendirmesini yaptı.

DİYALOGTA HAYLİ MESAFE ALINDI

Üzeyir Garih’in diyalog faaliyetinde de en çok teması, Fethullah Hoca ile idi. Bu faaliyetten dolayı da Yaşar Nuri Öztürk’le beraber Üzeyir Garih’e Hoca Efendi ödül vermişti. Bu diyalogta hayli mesafe de alındı. Alınan bu mesafeyi Zaman Gazetesi’nden Hüseyin Gülerce şöyle dile getiriyor: (30.8.2001)

➥ ‘Rahmetli Üzeyir Garih’in Neve Şalom Sinagogu’ndaki dinî törenine katılanlar, aslında tarihe tanıklık ettiler. 28 Ağustos 2001 tarihindeki bu törende siyaset, iş dünyası, medya ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri iki önemli tabloyu fark ettiler.

Gençliğimiz ‘Yahudi düşmanlığı’ ile geçmişti. Ama şimdi bir Musevi mabedinde, dost bildiğimiz bir insana vefa gösterme adına hiçbir zorlama altında kalmadan bulunuyorduk.

Demek ki diyalog ve onun temsilcileri çok önemliydi. Üzeyir Garih ismi dışında acaba başka kaç kişi bizi bu mabede getirebilirdi? Sayıları yüzü bulan Müslümanlar olarak bir Sinagog'un içindeki duruşumuzla kabullendiğimiz acaba neydi? Anlattığımız, anlatmak istediğimiz neydi?

Fark ettiğimiz ikinci tablo, bu Musevi mabedinin içinde bir dinlerarası diyalog sergileniyordu. Hahambaşı David Aseo, Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos, Vatikan temsilcisi Georges Marovitch, Türkiye Ermenileri Patriği 2. Mesrob Mutafyan, İstanbul Müftüsü Necati Tayyar Taş aynı mabedin çatısı altındaydılar.

Bu iki tablonun canlı yayında enfes yorumlarla bütün dünyaya gösterilmesini ne kadar çok istedim bilemezsiniz.

Ancak vefasızlık edemeyeceğim için bu iki muhteşem tablonun öncü kahramanı, Neve Şalom Sinagogu’ndaki tören boyunca hiç aklımdan çıkaramadığımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Çünkü bugün dünya barışı için en önemli anahtar dinlerarası diyalog ise, bu diyalog için ilk adımı atma cesaretini gösteren insanı unutamayız.

Neve Şalom Sinagogu’ndaki törende hemen herkesle teker teker ilgilenen Türkiye Musevi Cemaati Onursal Başkanı Bensiyon Pinto, Ramazan Bayramı münasebetiyle 9 Ocak 2000′de gazetemiz Zaman’a şunları söylüyordu:

➥ ‘Hocaefendi, yaptığı diyalog çalışmaları ile bizleri bir kez daha keşfetti. Hocaefendi, sadece Müslümanlar ile diğer dinler arasında değil, Musevilerin, Hıristiyanların, Süryanilerin, Katoliklerin bütün dinlerin arasında da bir kaynaşma süreci başlattı. Şimdilerde dinler arasında dostluk ve uzlaşma mesajları vermek kolaylaştı. Ama önemli olan ilk adımı atacak cesareti göstermekti…’

Türkiye Süryani Katolik Patrik Vekili Yusuf Sağ’ın aynı tarihli gazetemizdeki sözleri ise şöyleydi:

➥ ‘Yıllarca Türkiye’de İslam ile Hıristiyanlık ve diğer dinler arasında sıcak ilişkilerin kurulması için ilk adımı atacak, bu cesareti gösterebilecek birini aradık. Bu dünyayı cehennemden çıkarıp, cennete çevirmek için beraber yaşamanın güzelliğini gerçekleştirecek biri çıkacak mı diye bekliyorduk. Beklediğimiz 1997′deki bir iftar yemeğinde gerçekleşti. Hayal dahi edilmeyen bir olayı gerçekleştirdiği için Sayın Fethullah Gülen Hocaefendi hazretlerine bütün kalbimle sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum.’

Muhterem Fethullah Gülen, globalleşen dünyamızda, İslam, Hıristiyanlık, Musevilik hatta Hint ve Çin dinlerini de içine alacak şekilde gelişen diyaloğun mecburî bir süreç olarak işleyeceğine inanıyor. Dünyamızın, insanlığın gerçek özünü bulacağı bir bahara gebe olduğuna inanıyor. Bu baharın hazırlanmasında en büyük rolün de Türkiye’ye düştüğüne inanıyor. Neve Şalom Sinagogu’nda, iki diyalog tablosunu seyrederken gözüm hep Sayın Gülen’i aradı. Cesur adımları, ne güzel buluşmalara sebep oluyordu.’

Bu nasıl güzellik anlamak mümkün değil. Müslümanın ve Hıristiyanın, Yahudi mabedinde onların ayinlerine katılmasının neresi güzel. Sütle şarap karışında ortaya çıkacak şey kimin ne işine yarayacak? Ayinler, ibadetler birlikte yapılacaksa, ayrı ayrı mabetlere ne lüzumu var. Yoksa diyaloğun nihai hedefi bu mudur? Üç dinin mensuplarını bir yerede toplayıp ortak bir ayin şekli mi ortaya çıkarılmaya çalışılıyor?

Bunu doğrulayan bir açıklama da Diyanet’ten gelmişti. Diyaloğun önde gelen savunucularından DİYANET İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Papa’yla görüşmesinden sonra CNN TÜRK’e açıklamalar yaptı. Kendisine, bu ‘diyalog’un niteliği soruldu: Diyalog iki dinin kurumları arasında bir tür ‘diplomatik ilişkiler’le sınırlı mı olacaktı, yoksa, ilahiyat (teoloji) alanında da ‘diyalog’ geliştirilecek miydi? Diyanet İşleri Başkanı Yılmaz’ın cevabı: 
➥ ‘İlahiyat alanında da diyalog kurulacak. İslam ve Katolik ilahiyatçılar karşılıklı çalışmalar yapacaklar. (T.Akyol- 17.6.2000 Milliyet)

NETİCE

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Şeyh Küçük Hüseyin, muteber bir zat değildir; Osmanlı’nın yıkılmasını çalışan, Mevlevilik, Melamilik, Bektaşilik gibi bozuk tarikatlarla ve birçok karanlık güçlerle işbirliği içinde olmuştur. Yahudilerle dostluğu ve diğer tarikat mensuplarının ve alimlerin bu zata mesafeli olmaları bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Hiçbir islam alimi, gayri müslimlerle içli dışlı olmamış onları kendine dost edinmemiştir.

Peygamber efendimiz, gayri müslimlerle görüşmeye, onlarla alış veriş yapmaya müsaade etmiş; fakat onları sevmeyi, kalben muhabbet beslemeyi yasaklamıştır. Çünkü, Maide suresi 51. ayette; 

➥ ‘Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.’ buyurulmuştur.

| İktibas.net, 9-2001


 DİKKAT! Bu yayını paylaşacaksınız  ama büyük ihtimalle o paylaşımı sizden başka hiç kimse görmeyecek. Bu yayınımızı, Facebook, Instagram, WhatsApp ve benzeri Amerikan/Siyonist menşeli ortamlarda paylaşırsanız, arkadaşlarınıza/takipçilerinize gerçekten gösterildiğinden ve taktik surette sansürlenmediğinizden emin olunuz. Biliniz ki bu sosyal ağların gerçek sahibinin CIA ve MOSSAD olduğu ve Amerikan/Siyonist menfaatleri gereği pek çok ülkede milletleri sansürledikleri, somut deliller ile binlerce kere ispat edilmiştir. 

14 Şubat 2012 Salı

Hangisi Hain? Orgeneral İlker Başbuğ mu yoksa Altan mı?

Türkiye Cumhuriyetinin Genel Kurmay Başkanı Yahudilerin Ağlama Duvarında Gizlice Yahudi İbadetini Yaparken

Dinleyin Orgeneral Başbuğ!

Edep sınırlarını epeyce aşan, saygısız ve küstah bir üslupla bizi “hainlikle”, “mütareke basınından da beter olmakla” suçladınız.

Ciddi bir ülkenin ciddi bir genelkurmay başkanı, birisini “hainlikle” suçladığında mutlaka elinde kanıtlar vardır ve hainlikle suçlanan adam derhal bu ağır suçtan yargılanır.

Ama siz ciddi biri olmadığınız, mahalle kahvehanesinde konuşur gibi aklınıza geleni söyleyip, suçlamalar uydurduğunuz için, hayatlarını “asker yandaşlığına” hasretmiş bir iki utanmaz yazar taslağından başka kimse sizi ciddiye almadı.

Söyledikleriniz en fazla, “hain olduklarını genelkurmay başkanından öğrendiğim adamlar kanıma dokunduğu için onları vurdum” diyecek bir yeni yetmenin herhangi bir girişimine “altlık” olmaktan fazla bir anlam kazanmadı.

İhanet” ciddi bir suçtur.

Darbe planı hazırlamak “ihanettir” mesela.

1 Mayıs’ta insanların üzerine ateş açmak ihanettir.

Ülkeyi “kaos ortamında” tutmak için katliamlar düzenleyip karışıklıklar çıkarmak ihanettir.

Danıştay cinayetinde, kamera görüntülerini silerek bütün ülkeyi yanıltıp çatışmaları kışkırtmak ihanettir.

Dağlıca baskınında, resmî belgelere de yansıdığı gibi PKK militanlarının geçeceği yolun üstündeki mevzileri boşaltıp, onca çocuğun ölümüne yol açmak ihanettir.

Aktütün’de, gelen PKK’lılar “uydu görüntüleriyle” saptandığı halde saldırıyı caydıracak önlemler almayarak karakoldaki çocukları ölüme teslim etmek ihanettir.

Bu “suçların” bir kısmı bugün artık yargıda.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Ve iddiaların gerçek olduğu ispat edildi; LENİN de YAHUDİ idi. Komünizm denen belayı dünyanın başına Yahudiler sardılar

Ve iddiaların gerçek olduğu ispat edildi; LENİN de YAHUDİ idi. Komünizm denen belayı dünyanın başına Yahudiler sardılar 


On Milyonlarca Masum İnsanın Kanına Giren Komünizm Belasının da Bir Yahudi Oyunu Olduğu Meydana Çıkmış Oldu. Sağ‛ın Arkasında da Sol‛un Arkasında da Her Zaman Yahudiler vardı. Aynı Toprakların İnsanları Birbirleri ile Savaştırıldı ve Zayıf düşürüldü. Kazanan Hep Yahudiler Oldu... Kardeşler birbirlerini hiç yere kırarlarken onlar Büyük İsrail Projesine hep bir adım daha yaklaştılar... Günümüzde ise bu projenin adı BOP - Büyük Ortadoğu Projesi olarak kondu ve içimizdeki hainler bu projeye eş başkan oldu...
_______


Sovyetler Birliği'nin kurucusu ve Bolşevik Devrimi'nin lideri Vladimir İlyiç Lenin'in kökenin Yahudi olduğuna yönelik dedikodular Moskova müzesinin bu konudaki belgeleri açığa çıkarmasıyla sona erdi.


Moskova'daki Devlet Tarih Müzesi'nde sergiye çıkarılan belgeler arasında Lenin'in ablası Anna Ulyanova tarafından 1932 yılında Lenin'in halefi Josef Stalin'e yazılan, büyük babalarının (annelerinin babası) 18. ve 19. yüzyıl Rusyası'ndaki Yahudi karşıtı "Yerleşim Sınırlandırması" politikasından kurtulmak ve daha yüksek eğitim hakkını elde edebilmek için Hıristiyanlığa geçen Ukraynalı bir Yahudi olduğunu belirten mektup da yer alıyor.


Mektupta, "Yoksul bir Yahudi ailesinden gelen büyük babamızın vaftiz sertifikasına göre babası (Ukrayna'nın batısındaki bir kent olan) Jitomir'de yaşayan Moses Blank adında biri. Vladimir İlyiç Yahudiler hakkında her zaman iyi düşündü. Benim daha önce de kuşkulandığım kökenimizi, o (Lenin) sağken bilemememizden dolayı son derece üzgünüm" ifadelerine yer verildi.


Stalin'den Lenin döneminde başlatılan Yahudi düşmanı akımlarla mücadele etme çalışmalarını sürdürmesini isteyen Ulyanova, "Son yıllarda Yahudi karşıtlığının komünistler arasında bile yeniden güçlenerek arttığını duyuyorum. Bu gerçeği kitlelerden saklamak yanlış olur" ifadelerini kullanıyor.

10 Şubat 2012 Cuma

İran Lideri Ahmedinejad da Kripto Yahudilerden mı?

İran Lideri Mahmud Ahmedinejad da Kripto Yahudilerden mı?



AHMEDİNECAD YAHUDİ Mİ?

İngiliz Daily Telegraph gazetesi, İran lideri Mahmut Ahmedinecad’ın iki ay önce seçim sırasında sandık önünde poz verdiği görüntüdeki kimliğini bir adli tıp detektifi gibi araştırdı.

Gazete, önce fotoğrafı büyüttü sonra sayfada neler yazdığı belirledi. Daha sonra da bunların peşinden gitti..

Gazete, kimlikte, Mahmut Ahmedinecad’ın daha önceden soyadının Saburjian olduğu yazılı. Saburjian, dokumacı anlamına gelen bir İbranice isim.. Biraz daha araştırıldığında Saburjianların Ahmedinecad’ın doğduğu yer olan Aradan’dan yayıldığı bulundu..

Ayrıca İran liderinin kimliğinde, küçük bir notta, ailenin soyadını İslamiyete geçtikten sonra Ahmedinecad’a çevirdiği yazılı..

İngiliz Daily Telegraph gazetesi, "şaşırtıcı bir sırrı ortaya çıkardığını" iddia ederek, Ahmedinejad’ın Mart 2008’deki seçimler sırasında kimlik kartını yukarı kaldırarak poz verdiği fotoğrafın bu sırrın delili olduğunu öne sürdü.

İddaya göre, kimlik kartı Ahmedinejad’ın ailesinin Yahudi kökenli olduğunu gösteriyor. Kimlik kartı yakından incelendiğinde Ahmedinejad’ın önceden ’Sabourjian’ olarak bilindiğini belirten gazete, bunun bir Yahudi ismi olduğunu ve ’kumaş dokuyan’ anlamına geldiğini yazdı. Kimlik kartında kargacık burgacık yazılmış olan kısa notun, ailenin Ahmedinejad soyadını, İran liderinin doğumundan sonra, İslam dinine geçmeleriyle değiştirdiğini gösterdiği öne sürülüyor.

İlk Kez Gün Yüzüne Çıkan Arşiv Belgeleriyle; OSMANLI'NIN SABETAYCILAR'A BAKIŞI

kripto gizli şifreli yahudiler İlk Kez Gün Yüzüne Çıkan Arşiv Belgeleriyle; OSMANLI'NIN SABETAYCILAR'A BAKIŞI



Osmanlı Devleti Selanik ve çevresini fethetmeden önce Selanik'te ve etrafında çok az sayıda Yahudi yaşardı. Ancak, 15. asır sonlarında Osmanlı Devleti'nin Yahudileri bu bölgeye yoğun olarak yerleştirmesi, Selanik'i Yahudilerin hâkim olduğu bir şehir haline getirmiştir. Selanik ve çevresine iki ayrı Yahudi grup gelmişti. Avrupa' da 1470' li yıllardan sonra oluşan anti-semitik(Sâmi ırkı/Yahudi ırkı karşıtı)  baskı, Macaristan ve Almanya'dan Eskenazi'lerin Selanik'e gelmesine sebep olmuştu. Mohaç Meydan Savaşı' ndan sonra alınan Budin'deki Yahudilerin bir kısmı da Selanik'e yerleştirildiler. 
17. asnn ikinci yansında Selanik'te 40 bin civarında olan Yahudi nüfus, burada ticaretle uğraşan Rumların artmasından dolayı meydana gelen göç ve bir bölümünün Sabetay Sevi'yi izlemesi sebebiyle önemli ölçüde azaldı ve 1783'de 18 bin dolayına indi. 

Osmanlı Döneminde Selanik


Selanik'te nüfus oranı değişiminin Yahudilerin aleyhine geliştiği tam bu dönemde ortaya çıkan Sabetay Sevi'yi, bilhassa zengin "Museviler" izlediler. Böylece Selanik'te yeni bir cemaat ortaya çıktı. Fakat onlar hiçbir zaman Selanik'teki nüfus sayımlarında Musevilerin nüfus hanesine dahil olmadılar.


İlk ulusalcılar  
17. asırda Sabetay Sevi'nin liderliğinde ilk olarak İzmir'de başlayan, daha sonra tüm Yahudi cemaatlerine sıçrayan ve bugün İstanbul merkez olmak üzere devam eden "Rabanik" harekete; genel olarak verilen adlar "Sabetaycılık" "Avdetilik" ve "Dönmelik" tir. Sabetaycılığı benimseyen gruplar 1924'teki ahali mübadelesiyle Selanik'ten Türkiye'ye gelmelerinden sonra "Selanikliler" olarak nitelendirilmiştir. Aslında bu tarihten önce 1912-1913 Balkan Savaşları sonrasında, Rumeli'deki Osmanlı Devleti topraklarının kaybedilmesi neticesinden dolayı İstanbul başta olmak üzere İzmir, Samsun, Adana gibi şehirlere de Sabetaycı ailelerin göç ettiği iddia edilmektedir. Tahminimizce yukarıda zikr edilen şehirler başta gelmek üzere, o tarihteki Osmanlı Devleti sınırları içinde olan bir çok şehire Sabetaycı gruplar yerleşmiştir.

O Sabetaycı hainlerin sahneye sürdüğü basit bir aktördü, Atatürk Sabetayistti

O Sabetaycı hainlerin sahneye sürdüğü basit bir aktördü, Atatürk Sabetayistti


Yahudi Bir Yazar Açıklıyor "Atatürk'ün Gerçek Kimliği"


24 Temmuz 2007’de The New York Sun editörü Hillel Halkin, köşesine ilginç iddialar taşıdı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yüzde 47 ile kazandığı seçimlerden iki gün sonra yazdığı yazıda Halkin, bundan 13 yıl kadar önce yazdığı bir makaleyle ilgili olarak ortaya çıkan yeni kanıtları ileri sürdü. Ben-Avi adlı bir gazetecinin otobiyografisine dayandırdığı iddiasına göre Atatürk bir Yahudi Dönmesi’ydi.* “O zamanlar Türkiye’sinde ayaklanmalar başlatacağından ve laik devrimi devireceğinden endişe” ederek yayınladığı yazısına, 2007’de e-postayla gelen cevaptaki diğer kanıtları da bu yazısında paylaştı. Timeturk’ün ortaya çıkardığı bu yazının tercümesini okuyucularımızın istifadesine sunuyoruz.


Atatürk’ün Türkiye’si devrildi.

Bundan 12 ya da 13 yıl kadar önce haftalık New York gazetesi Forward için çalışırken modern laik Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk hakkında bir yazı yazdım ve biraz da endişeyle gazeteye yolladım. Yazıda, Atatürk’ün babasının Yahudi, daha da net bir ifadeyle, Dönme olma olasılığıyla ilgili kanıtlar sunmuştum. Dönmeler*, 17’nci yüzyıl Mesihlik iddiasındaki Türk-Yahudi’si Sabetay Sevi’nin İslam’a dönmesinin ardından ona inanmaya devam eden takipçilerinin oluşturduğu heretik (batıl) Yahudi tarikatıdır.

Sevi’ye öykünerek Yahudi gizil hayatlarına devam eden ve dışarı karşı Müslüman görünen ayrı ve gölgeler içindeki grup varlığını 20’nci yüzyıla başarıyla taşıdı.Birçok biyografide Atatürk’ün babasıyla ilgili 3 ya da 4 farklı geçmiş verilir. Her ne kadar kimse onu Yahudi olarak tanımlamadıysa da, bunların farklılığı onun aile orijinin sakladığını düşündürmektedir. Bu kanıt, her ne kadar sınırlı da olsa, oldukça şaşırtıcıydı.

Yahudi gazeteci Itamar Ben-Avi’nin Uzun zamandır unutulmuş otobiyografisinde 1911’in geç kışında yağmurlu bir Kudüs akşamında barda tanıştığı genç bir yüzbaşıyı anlattığı bölüm bu kanıtın en güçlü yanıydı. Çok fazla araktan (arak=alkollü bir içiki) çakırkeyif olan yüzbaşı sadece tüm Dönme ve Yahudilerin bileceği ancak hiçbir Müslüman Türk’ün bilemeyeceği Shema Yisra’el ya da “Duy ey İsrail” duasının İbranice açılış sözlerini ezberden okuyarak Ben-Avi’ye Yahudi olduğu sırrını verdi.

Atatürk Osmanlı Padişahı Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan ile evlenmek istedi. Çünkü... | Akademi Dergisi

akademi dergisi, Mehmet Fahri Sertkaya, mustafa kemal atatürk, sultan abdülaziz han, sultan vahdettin, sabiha sultan, sabetayistler, gerçek yüzü, murat bardakçı


Hürriyet Tarih Dergisi’nin sponsorluğunda hazırlanan ve Kanal D’de bu akşam saat 23.45’te yayına girecek olan "Son Osmanlılar" belgeselinde, Türkiye’den 1924’te sürgüne gönderilen hanedan mensuplarının maceralı hayatlarıyla beraber, Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan’ın hüzünlü öyküsü de yer alıyor.

Ama, Sabiha Sultan’ın hanedan mensupları arasında çok daha başka bir yeri var: Mustafa Kemal Paşa tarafından evlilik teklifi yapılmış bir sultan olması... Hadiseler başka türlü cereyan etseydi ve Sabiha Sultan genç Paşa’nın teklifine "Evet" demiş olsaydı tarih nasıl yazılırdı, kim bilir?

Türkiye’de, bundan 90 sene kadar önce, gerçek olması halinde tarihi baştan başa değiştirecek olan bir evlilik teşebbüsü yaşandı: Mustafa Kemal Paşa, Osmanoğulları’nın son hükümdarı Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan’la evlenmek istedi.

İşte, Türkiye’nin yakın tarihini baştan başa değiştirecek iken son anda mümkün olamayan bu evlilik girişiminin öyküsü:

Sultan Vahideddin’in iki kızı vardı: Ulviye ve Sabiha Sultanlar... Hükümdarın küçük kızı olan Sabiha Sultan 1894’te doğmuş, ablasıyla beraber Batılı bir prenses gibi büyütülmüş ve evlenme çağına geldiğinde birçok talibi çıkmıştı. Talipler arasında zamanın İran Şahı Ahmed Kaçar Han da yer almış ama Sultan Vahideddin "Sünni bir padişah kızını Şii bir hükümdara nasıl verir?" diyerek isteği ustalıkla geri çevirmişti.

Sabiha Sultan’a işte o günlerde bir başka talip çıktı: Çanakkale’deki kahramanlığı dillerde dolaşmakta olan genç bir asker, Mustafa Kemal Paşa...

Mustafa Kemal Paşa, Sabiha Sultan’dan hakikaten hoşlanmış mıydı, yoksa ezeli rakibi Enver Paşa’nın seneler önce yaptığını yapıp saraya damat mı olmak istemişti, bunları kimse bilmiyor. Ama evlilik olamadı ve her iki taraf da kendi yollarına gittiler. Sonrası, málum... Paşa, Látife Hanım ile kısa sürecek bir izdivaç yaptı; Sabiha Sultan da son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu olan ve seneler öncesinden aláka duyduğu kuzeni Şehzade Ömer Faruk efendi ile evlendi ve üç kızları oldu: Neslişah, Hanzade ve Necla Sultanlar...

Sabiha Sultan, Mustafa Kemal Paşa’nın evlilik talebinden yakın dostlarına sonraki senelerde bahsederken hadiseyi doğrulayacak, hattá "Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk’u seviyordum" diyecekti.

BAŞBAKANA YAZDIRDI

Bu evlilik meselesinden geriye tek bir belge kaldı: Sabiha Sultan’ın o günlerden 40 küsur sene sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nde başbakanlık yapan ve ortanca kızı Hanzade Sultan’ın dünürü olan Suat Hayri Ürgüplü’ye yazdırdığı kısa hátıratının birkaç satır.

Mülákat şeklinde kaleme alınan bu hatıratta, Suat Hayri Ürgüplü, Sabiha Sultan’a"Duyduğumuza göre, Mustafa Kemal Paşa sizi istemiş, pederiniz razı olmamış. Doğru mudur?" diye soruyor ve Sultan şu cevabı veriyor:

➥ "Evet, istemiş. Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış ...bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu."

Mustafa Kemal Paşa ile Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan arasındaki evlilik meselesinin Sabiha Sultan tarafı, işte böyle. Merak edenler için, Sabiha Sultan’ın 1924 sürgününden sonraki hayatını da kısaca anlatayım:

Sultan, 1924 Mart’ında ailesiyle beraber gurbete gitti ve birkaç ay İsviçre’de yaşadıktan sonra Fransa’ya, oradan da Mısır’a naklettiler. Ama, büyük bir aşkla evlendiği eşi Şehzade Ömer Faruk Efendi ile Mısır’da iken aralarına soğukluk girdi ve 1948 Mart’ında boşandılar

TAZİYE BEKLEDİ

Sabiha Sultan, Menderes Hükümeti’nin 1952 Haziran’ında hanedanın hanım mensuplarının Türkiye’ye girişini serbest bırakmasından sonra Türk vatandaşı oldu ve"Osmanoğlu" soyadını aldı. Sonra, İstanbul’a yerleşti; bir ara Avrupa’ya, kızlarının yanına gitti ve hayata 1971’in 26 Ağustos’unda, ortanca kızı Hanzade Sultan’ın Yeniköy’deki yalısında veda etti.

Sultan, boşanmış olmalarına rağmen, kocası Şehzade Ömer Faruk Efendi’ye duyduğu aşkı hayatı boyunca muhafaza etti. Hattá, Faruk Efendi’nin 1969 Mart’ında Mısır’da sürgünde vefat etmesinden sonra, kendisine başsağlığına gelmeyenlerle selámı sabahı kesti. "Boşanmıştınız, artık kocanız değildi, neden başsağlığına gelmelerini beklediniz?" diye soranlara da, "Evet ama amcazádemdi. Bana taziyede bulunmaları lázımdı" diyecekti.

Hadiseler başka türlü cereyan etseydi ve Sabiha Sultan genç Paşa’nın teklifine "Evet"demiş olsaydı tarih nasıl yazılırdı, kim bilir?

Son Osmanlılar artık kubbede kalan hoş bir sadadan ibaret

KANAL D’de ilk bölümü bu gece 23.45’te yayınlanacak olan "Son Osmanlılar"belgeselinde, Osmanlı Hanedanı’nın keder ve hüzün dolu sürgün hikáyelerini izleyecek, birçok acı hatıraların yanı sıra Sultan Reşad’ın torunu Mahmud Namık ve SultanAbdülhamid’in torunu Abdülkerim Efendiler’in zindanların ıslak hücrelerinde ıstırapla yahut otel odalarında meçhul namlulardan çıkan kurşunlarla can verişlerinin öykülerine şahit olacaksınız.

Ama, bir hususu unutmamamız gerekiyor: Son Osmanlılar’ın hiçbiri, sürgüne gönderilen diğer memleketlerin hanedanlarının yaptığı hatayı yapmadı: Türkiye üzerinde ümitsiz bir iktidar mücadelesine girişmedi, Cumhuriyet ile yaşanan büyük değişimi kabul ettiler. Altı asır boyunca hüküm sürmüş olan Osmanlı hükümdarlarının torunları şimdi dünyanın dört bir yanına dağılmış vaziyetteler ve ailenin az sayıda mensubu da vatanında, Türkiye’de yaşıyor. Son Osmanlılar, artık kubbede kalan hoş bir sadadan ibaret.*

Padişah torununun ıstırap mektubu

GEVHERİ Sultan, Osmanlı hükümdarı Sultan Abdüláziz’in küçük oğlu ve Türk Müziği’nin en seçkin bestekárlarından olan Seyfeddin Efendi’nin kızıydı.

İstanbul’da, 1904’te dünyaya gelen Gevheri Sultan, sürgünün acısını 20 yaşındayken tattı ve Türkiye’den sınırdışı edilmelerinin hemen ardından babasını kaybetti, son derece sıkıntılı bir hayat sürdü, 1952’de verilen izinden sonra Türkiye’ye döndü, o da"Osmanoğlu" soyadını aldı ve dünyaya 1980’de veda etti.

Aşağıda, Gevheri Sultan’ın Kahire’de sürgünde bulunduğu sırada 1951’in 8 Aralık günü maddi yardım istemek maksadıyla kuzeni Sabiha Sultan’a yazdığı bir mektubun bazı bölümleri yer alıyor:

"Pek muhterem sevgili hemşirem,

...Ailemiz efradından birçoğu gibi hayat tarzımı istikbal ümidine bağlayarak bugüne kadar yaşadım. Fakat ne şartlar içerisinde yaşadığımı burada tekrar etmek gereksizdir. Gördüğüm uygunsuzluklar dolayısıyla pansiyondan pansiyona naklederek hayatımı sürdürmekteyim.

...Vaziyetimi beni yakından görmekle anlayabilirsiniz. Bugün üstüme giyecek iki kombinezonumdan başka bir şeyim yoktur. İnsan gençliğinde her türlü sıkıntıya tahammül edebilir fakat yaş bir dereceye geldiği zaman tahammül etmek şöyle dursun, nefsine pek ağır geliyor. Cenáb-ı Hak’dan dilediğim tek şey, biran evvel rahmetli anneciğime kavuşmaktır.

...İşte, benim yüksek kalpli hemşireciğim! Benim gibi bedbaht bir kadına merhamet gösterip yardım etmek bir sevaptır. Bugün yardımınıza muhtacım. Sizi seven ve pek çok seven merhum amcanızın ruhuna hürmeten bilmeyerek size karşı bir hatada bulundum ise beni affediniz ve iltifatınızdan beni mahrum etmeyiniz. Bunu yüksek kalbinizden ve hakka ve adalete olan bağlılığınızdan beklerim. Bilvesile en derin hürmetlerimle mübarek ellerinizi öper, iltifatınızı beklerim efendim. 

Gevheri"

Murat Bardakçı

Selanikli dönmeler (sabetaycılar) hakkında ne biliyoruz

Selanikli dönmeler (sabetaycılar) hakkında ne biliyoruz



9 günlük bayram tatili benim için rahat okumalara fırsat olur. Marc David Baer'in yazdığı 'Selanikli Dönmeler'  yıllardır üzerinde çalıştığım, düşündüğüm bir konu olunca satır satır eğildim. Notlar aldım. Birçok yeni bilgi edindiğim halde doğrusunu söylemek gerekirse Baer'in kitabı beni tam olarak tatmin etmedi. Ne zaman Sabetayizmle ilgili şöyle dört başı mamur bir kitap çıkacak diye de düşündüm. Baer'in titiz çalışması bile mevcut soruların birçoğunu cevaplamıyor. O halde ben de Sabetayizm araştırmalarında nereye geldik ve Baer'in kitabı hangi yeni bilgileri ilave ediyor, sizin için kaleme aldım. Tarih yazımımızı tepetaklak okumaya hazır mısınız?

Marc David Baer'in kitabı 
(Selanikli Dönmeler / Doğan Yay. 2011) aklımızdaki soruları cevaplamaya yetmiyor. Çünkü sabetayizm Türk tarihinde yok sayılmış bir disiplin! Ve o kadar çok soru birikti ki...
Dinsel ritüelleri halen devam ettiriyorlar mı? Örneğin 18 emir halen ihlal edilemez kurallar mı? 
Cemaatin lideri tek kişi mi, yoksa her kolun ayrı bir lideri mi var?
1900'lü yılların başında olduğu gibi ortak bir sandıkları var mı? Karar defterleri var mı?
Cemaatin mensubu kaç kişi?
Yeni kuşak, Sabetayist kimlikten ne kadar haberdar? Sorular uzayıp gidiyor...
Asıl mevzuya ise bir türlü giremiyoruz. 1600'lü yıllarda yaşamış Sabetay Sevi'nin öğretileriyle günümüzü birleştiremiyoruz.
Anadolu'da gizli din yaşayan onlarca cemaat var. Halen var. Gidin Trabzon köylerinde gizli Hıristiyan görünürde Müslüman olan köylüler bulursunuz. Sabetayizmin önemi yönetici sınıfın onlardan oluşmasıdır. İktidar, finans, eğitim, kültür ve sanatta hep onların sözü geçti. O zaman akıllara şu soru geldi: Bir kast sistemi mi var?
Kimi tarihçi, gazeteci, aydın bu soruyu önemsiz buldu kimi ırkçılıkla suçladı. Oysa yakın tarihimize samimiyetle bakan ve Türkiye'yi anlamak isteyen her kişinin aklını başından alacak ilginçlikte bir konudur.

MENDERES'E 'İTİRAZINIZ VAR MI' DİYE SORDUM
Bakınız... Adnan Menderes ve ailesinin bütün akrabalık ilişkileri üzerinden bir kitap yazıldı. Efendi kitabı Evliyazade Ailesi üzerinden Menderesler'i anlatıyordu. Menderes ailesinin aslında sabetayist olduğunu tez edinmişti. Kitap çıktıktan kısa bir süre sonra hayattaki tek oğlu Aydın Menderes'i ziyarete gittim. Kitabı sordum. 'İddialara ne diyorsunuz, itirazınız var mı?' dedim. 'Hayır' dedi. 'Sadece bana sorulsaydı daha farklı şeyler de anlatırdım. Annem yaşasaydı üzülürdü.' Ama 'Türkiye bütün bunlarla yüzleşecektir' diye de ekledi. Sadece Menderes mi? Hayır, bu tartışmaların tozu toprağı arasında belki fark edemedik. Ama sessiz sedasız onlarca tanınmış isim, kökenlerinin Sabetayist olduğunu açıkladı. Modacı Cemil İpekçi, Halil Bezmen... Peki ya açıklamayanlar... Buzdağının alt tarafı... Kimsenin bir cadı avı başlatmasını istemiyorum...

Evet Ben Selanikliyim! (Sabetaycıyım!)

Evet Ben Selanikliyim! (Sabetaycıyım!)


Selanikli deyince ne gelir aklınıza? 1) Selanikli Yunanlılar. 2) Nazilerin katlettiği Selanikli yahudiler. 3) 1924'te mübadeleyle Türkiye'ye göç eden Selanikli müslümanlar. 4) Aynı mübadeleyle gelen ‘‘dönmeler.’’ İşte ‘‘Selanikli’’ denildiğinde, özellikle son kategoride olanlar kastedilir. 17. yüzyılda mesihliğini ilan edip, sonra müslümanlığı kabul etmek zorunda kalan İzmirli yahudi Sabetay Sevi'nin yandaşı birkaç ailenin soyundan gelen ‘‘Selanikliler’’, daha doğrusu ‘‘sabetaycılar’’, 350 yıl cemaatleri hakkında ser verip, sır vermediler. Ama 1990'larda içlerinden biri yazmaya, anlatmaya başladı. Ilgaz Zorlu, 29 yaşında. Annesi sabetaycı, babası dindar müslüman bir aileden. Cemaatinde çok iyi tanınıyor. Kimi ona deli diyor, kimi hain. Prof. Dr. İlber Ortaylı, ondan şöyle söz ediyor: ‘‘Bugün Sabetaycılar kendilerini henüz açıklamaz. Tek istisnanın, ama hakikaten tek istisnanın Ilgaz Zorlu olduğunu takdirle belirtmek gerekir.’’ Belge Yayınları, Ilgaz Zorlu'nun makalelerini ‘‘Evet, Ben Selanikliyim/Türkiye Sabetaycılığı’’ başlıklı bir kitap halinde yayınlandı. Onunla hayatını, sabetaycılığı ve sabetaycı cemaati konuştuk.

Sabetaycılığı ne zaman keşfettiniz?

-Annemle babam çalışıyorlardı, bana anneannem baktı. Anneannem Selanik'te doğmuş ve 24 yaşında mübadeleyle buraya gelmiş. Atatürk'ün ilkokul öğretmeni Şemsi Efendi de dedemin dedesi. Şemsi Efendi yaşadığı dönemde, büyük bir Kabbala bilgini ve sabetaycılar içindeki cemaatleri (Kapancılar, Karakaşlar, Yakubiler) birleştirmeye çalışıyor. Düşünün, üç yüzyıl boyunca müslüman gözüküyorsunuz, içerde yahudiliği uyguluyorsunuz, daha doğrusu yahudiliğin kabbalistik, mistik bir bölümünü. Cemaat tamamen içine kapalı. Ben 19 kuşak boyunca Sabetay Sevi'nin kardeşinin soyundan bir aileden geliyorum. Büyükannemin çok sağlam bir sabetaycı kültürü var, ama korkuyor. Çünkü Varlık Vergisi olayını, ondan önce Karakaş Rüştü olayını yaşamış. Cemaat asimile olma kararı almış.

KARAKAŞ RÜŞTÜ OLAYI

Karakaş Rüştü olayı nedir?

-Sabetaycıların Karakaş grubundan olan bu adam 1924'te bir anlaşmazlık sonucu cemaatin sırlarını gazetelere ifşa ediyor ve Atatürk'e mektup yazıyor. Biz asimile olamıyoruz, bizi ne olur müslüman yapın diyor. Anneannem korkarak anlatırdı. Bu olay olduğu zaman evleri basacaklar şayiası ortaya çıkmış. Birçok aile ellerindeki belgeleri yakmış.

Size de aynı gözle bakanlar var mı cemaat içinde? İkinci Karakaşzade Rüştü olduğunuzu söyleyenler?

-Evet, evet tabii. Benim için önce bu adam kendini Sabetay Sevi sanıyor dediler. Deli olmakla, Karakaşzade Rüştü olmakla, Mesih olmakla suçlandım. ‘‘Allah kahretsin, başımıza dert açacaksın’’ dediler.

Büyükannenizden neler öğrendiniz?

"Biz Türk de Müslüman da değiliz" diye açıkca itiraf eden Sabetaycılar / Sabetayistler

"Biz Türk de Müslüman da değiliz" diye açıkca itiraf eden Sabetaycılar / Sabetayistler


Dünya Yahudi Konseyi'nin büyük gayretleri ve o zaman dünyanın süper gücü bulunan İngiltere'nin de kullanılması ile Osmanlı yıkıldı ve Müslümanlar tarumar edildi...

Bu işte Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan, Türk ve Müslüman gözüken yüzbinlerce Sabetaycının da büyük emekleri vardı. Bu nedenle yeni kurulacak kukla Türkiye devletinin kontrolünün Sabetaycılarda olmasına izin verildi.

Museviler ile Sabetaycılar arasında (her ne kadar sabetaycılar da yahudi olsalar da) bulunan anlaşmazlıklar sorun edilmedi. Türkiye'de iktidar artık Yahudi konseyi ve İngiltere ile danışıklı hareket eden Sabetaycıların ellerindeydi...

Selanik Dönmelerininin Türklükle Ne İlgisi Var? (Karakaşzâde Rüştü olayı)

kripto gizli şifreli yahudiler ,Selanik Dönmelerininin Türklükle Ne İlgisi Var Karakaşzâde Rüştü olayı


Anadolu milli ananelerimizin değiştirilmesinde her zaman öncülük yapan Selaniklilerin ülkemiz dışında tutulması isteniyor. Ankara 1 Kanunisani 1924 (Özel Muhabirimizden) 

Karakaş Rüştü imzasıyla buraya telgrafla başvuru yapılarak Selanik Dönmelerinin aslen, ırken ve soy bakımından Türklük, Müslümanlıkla ilgisi bulunmadığından bahsedilerek, bunların Türk toplumu dışında tutulması, veya ülkenin her tarafına dağıtılarak Türk nüfusuyla karışmaya meecbur edilmeleri istenmiştir. bu konuda ilgili olanlarla konuştum. Türk toplumuna kabul edilmiyeceklerse, bu esasın evvelce gelenlere uygulanması konusunda fikir belirtiyorlar.

Karakaş Rüştü Bey'in Ankara'daki Girişimi
Meclis içinde önemle karşılanmıştır. Bu konu hakkında önemli konuşmalar olmaktadır. 
Dünkü nüshamızla evvelki gece Ankara muhabiriizden gelen bir telgrafa atfen Selanikli Karakaş Rüştü bey'in kendi mensup olduğu aslen, ırken Türklükle alakası olmadığından söz ederek bunların Türk toplumunun dışında tuttulması veya ülkenin her tarafına dağıtılarak Türklerle kaynaşmaya mecbur edilmesini istediğini yazmıştık. 

Dün bu girişimin Ankara'da yaptığı etkiyle ilgili olarak aşağıdaki telgrafı aldık. 
Ankara 2 Kanunisani 1924 (Özel Muhabirimizden)
Büyük Millet Meclisi Üyeleri Karakaş Rüştü bey'in dün bildirmiş olduğum girişimini büyük bir önemle karşıladılar. Bu konu hakkında meclis kulislerinde önemli konuşmalar olmaktadır. Temaslarım sonucunda öğrendimki, büyük bir kısmı Selanik'ten gelen bu kimselerin memleketimizin büyük iktisadi kaynaklarını kendi ellerine geçirmek istemelerine karşı tedbir almanın gerekli olduğuna işaret etmişlerdir. 

Dün şehrimizde yapmış olduğumuz araştırmalara göre Karakaş Rüştü bey'in Şamlı Mağazasının ilerisinde olduğu bilinen Karakaş Mağazasının sahibi olduğu anlaşılmıştır. Bir süreden beri mağazasını Mehmet Feridun beylere bırakarak kendisi bazı özel teşebbüslere girişmiş, mütareke senelerinde almanya'da bazı şirketlerin idaresinde bulunmuştur. istanbul'a döndükten sonra çeşitli işlerle uğraşmaya başlayan Rüştü bey Almanya'da bazı şirketlerin idaresinde bulunmuştur. İstanbul'a döndükten sonra çeşitli işlerle uğraşmaya başlayan Rüştü bey, on beş günden beri Ankara'da bulunmaktadır.

Rüştü bey, uzun zamandan beri kendi hemşehrilerinin hareketlerine karşı olmakta ve onları tenkit etmekteymiş.

Dün muhtelif muhabirlerimizde Rüştü bey'in birçok hemşehrisiyle konuşmuş bu girişimi nasıl karşıladıklarını ve Rüştü bey'in bu hareketinin sebebinin ne olabileceğini araştırmışlardır.

Burada baş vurunun hangi nedenle yapıldığı bilinmemekle beraber Rüştü bey'in bildiğimiz hisleri ve düşünceleri bunun nedenini açıkça bize gösteriyor. Zaten kendisinin en yakın aile fertleri de Rüştü bey'in bu hareketini hislerine mağlup olmasına ve son senelerde ki bazı olayların kendi üzerinde bıraktığı etkiden kaynaklandığını belirtmektedir. anlaşıldığına göre, Rüştü bey Ankara’da dostlarıyla meydana gelen bir tartışma sonucunda bu işe girişmiştir. 

Dönmeliğin Hurafeleri Nedir veya Neydi? 8 Kanunisani 1924
Karakaşzade Rüştü bey'in Ankara muhabirimize verdiği malumatta, dönmeleri sınıflara ayırmaktadır ve yalnız bir sınıfı neslinin tükenmesi konusunda alakasızlıkla suçlamaktadır. Muhabirimiz diyor ki: Rüştü bey nesline bağlı onun iyiliğine çalışan samimi bir Dönmedir.

Dönme tabiri İslam aleminde bir mühtedinin ömrünün sonuna kadar devam ederken, Sabatay Sevi ve kabilesi her nedense iki buçuk asırdan beri bu özelliği kavrayamamıştır.

Dönmelik meselesi etrafında dönen bazı esrarlı rivayetler çeşitli maksatlarla ortaya çıkar ve ara sıra tüm toplumun ilgisini çeker. Bunlar kakkında benim fazla bilgim yoktur. Yalnız Avrupa'dan kovuldukları ve Osmanlı İmparatorluğunun şefkat ve merhametine sığındıktan sonra padişahın gazabı üzerine korkarak yandaşlarıyla birlikte ihtida ettiğini fakat bu ihtidanın tatmin edici bir derecede olmadığı aklımda kalmıştı. Bir müddet sonra bu isimle anılan bazı kimselerle karşılaştım. Fakat görünüşlerinde bir tuhaflık görmedim.

Karakaşzade İle Karşılaşma
Geçen gün yanımda Tanin muhabiriyle mecli s önünde dururken bir zat gelerek kendisini takdim ettii:
- Selanik Dönmelerinden Karakaşzade Rüştü.


Tabii olarak biz de kendimizi tanıttık. Durup dururken bu şekilde birtanışma tuhafıma gitmişti. Meğer sebpsiz değilmiş. Dönmelik meselesini çözmek için Ankara'daymış. Hem Tanin muhabirine hem de bana yazılı bir dilekçe verdi. Meclise hitap ediyordu. Özetimi alarak gönderdim. Haber Vakit'in 2 Kanunisani 1924 tarihli nüshasında yayınlanmıştı. Altındaki imza éDönme Aydınları" adına atılmıştı. Haberin İstanbul'da büyük alaka gördüğünü diğer gazetelerin haberi Vakitten alarak okuyucularına verdiğini ancak, mensup olduğu ailelerin gazetecilere yaptığı açıklamalarda böyle bir müracattan haberleri olmadıklarını yine İstanbul gazetelerinden öğrendim.

Bu girişim Ankara'da az çok ilgi görmüştür. Çünkü Rüştü bey'in bir başka dilekçeyle de Cumhurbaşkanlığına baş vurmuş olduğunu ve dilekçenin Başbakanlığa havale edildiğini öğrendim.

Rüştü Bey Memnun
Bu gün postahane de Milletvekillerimizden Kazım bey ve dış işlerinden bir zat ile bir araya geldik. Karakaşzade yanımıza geldi. Gülüyordu. Memnundu: Tanin yazmamış, dedi.

Özel İbadet Salonları
Rüştü bey gerçekten hoş ve tatlı sohbetli biriydi. Biz dönmelik hakkında uzun uzun bilgiler verdi. Henüz küçükken annesinin kolundan tutarak babasıyla Dönmelerin ibadet ettikleri salona götürdüğünü söyledi ve ibadetlerin şeklini anlattı.

Kuzu Eti Yeme
Annem bana: Kesinlikle kuzu eti yeme senesinde ölürsün. Dönmelerden başka herhangi bir kadınla olursan kesinlikle cehenneme geidersin. Bu ibadetler hakkında sakın türklere bir şey söyleme; Türkler soğan gibidir. Sen hiç acı olmayan soğan gördün mü? Derdi. Halbuki Selanikte Arnavutlar vardı. Çok güzel kuzu pişirirlerdi. Çocukluk imrenirdim. Sonunda gidip yemeye karar vrerdim. Bir taraftan da korkuyordum. O heyeceanla yediğim kuzuyu unutmadım. aklımda yer eden telkinlerle o sene hep ölümü belkledim. Ölmedim. Tekrar yedim. Yine ölmedim. anneme anlattım. Bütün söylediklerinin doğru olmadığını kuzu eti yemekle insanın ölmediğini iddia ettim. Kızdı.

Dört Gönül Meselesi
Merak ederek sordum:
- Niçin kuzu eti yemiyordunuz?
- Kuzu yiyorduk fakat törenle. Siz dört gönül meselesini biir misiniz?
- Hayır.
Benim için şmdiye kadar meçhul olan ve çok tuhafıma giden bu açıklamayı ilginç gördüm. Rüştü bey analattı.

Kuzu yemenin mevsimi vardır. Sene de bir gün iki arkadaş anlaşır. Kuzu ziyafeti yaparlar. Tab ieşleriyle beraber. O akşam kuzu yenir. (Yazı kurulu buradan bir cümleyi çıkarmıştır). bunun sevabı çoktur. O gece ne kadar çok sevap yapılırsa, bu sevapla insan cennet yolunda o kadar fazla yol almış olur.

Rüştü bey'in söylediği "Cennet Yolcuları" belki de ceza gününe ulaşmış kimselerdi. Anladığım kadarrıyla da Rüştü bey bu zümredendi. Bende kendilerini kendi yollarında bırakarak, şu dört gönül meselesini anlamak istedim.

İşte bu ya dedi. Kuzu başında buluşan dört kişi.

Anladım. Anladım. Dört kişi gönüllerini birleştiriyor. Evet bazen dört gönülün birleşmesi yeterli olmayabilir. bu duurmda birleşen gönüllerin otuza kadar çıktığı olmuştur. 

Allah'ın Evi Yanar mı?
Hurafeler bu kadar da değildir. Selanik'te Dönmeler arasında haşa Allah olarak tanınmış biri vardı. Şehirde bir yangın meydana geldi. Bir çok ailelelr mücehverlerini, kıymetli eşyalarını onun evine götürdü. Sanıyorklardı ki alevler oraya gelemez. Halbu ki pekala geldi ve orasını da yaktı. Bu benim elimde propaganda silahım oldu. Fakat onlar bu durumu hemen tevil ettiler:
"Elbette yanacaktı. Biz çok günah işlemiştik."

Azizler Başında Mum
Sonra azizlerin başında mum yakma merasimi vardı.

İçişleri Bakanı Nasıl Karşılamış?
Bir gün bunları içişleri bakanı Fethi bey'e de anlattım. Kahkalarla güldü. Elimi sıktı. Beni tebrik ederek: "Ben dönmeleri zeki ve akıllı bilirdim; meğer çok *** insanlarmış." Dedi. Gerçekten bizde çok gülerek Rüştü bey'i tebrik ettik.

Rüştü bey Ayastefonasta
Rüştü bey onbeş yaşından beri bu hurafelere isyan etmiş. İlk eşi başlangıçta bu hurafelere inanırken onun telkinleriyle bunlara önem vermez olmuştur. Ayastefonasdta oturdukları sürede oradaki Türkler tarafından daima takdir edilmiş ve halk kendilerini diğer dönmelerden tamamen ayrı tutmuştur.

Dönmeler Kaç Kısımdır?
Rüştü bey'in açıklamaları banayeterli gelmedi. Dönmeler arasında benimde tanıdığım ülkemizin de tanıdığı kimseler vardır. Yazacağım noktaları iyice anlamak için bazı sorular daha sordum. Şimdi onları geçerek yalnız aldığım cevapalrı yazıyorum.

Dönmeler Üç Kısımdır
- Dönmeler dedi, üç kısımdır : Karakaşlar, Kapancılar, Hamdi beyler. (Burada Rüştü bey'in her üç kabile ve gruplar hakkında ki hükümler ve sıfatlandırmaları çıkartılmıştır)

Bütün bunları birleştirerek yine üç guruba ayırabiliriz. 

Bir kısmı cahildirler. Tam anlamıyla Yahudidirler. İbranice dua ederler. Dinlerine bağlıdırlar. 
İkinci grup aydındır. Hurafelere pek önem vermezler. Fakat hiç bir zaman Türk unsurları ile karışmak istemezler. Sadece menfaatlerini düşünürler. 
Çok az kısmı Türkler ile karışmışlardır. Bütün dönmeler, 15 bin kadardır. Bu üçüncü kısım ancak 100 kadardır. 
İçinde Olduğum Sınıf

Benim sınıfım ikinci sınıftır. Nesil bozulmuştur. Daima amca, teyze kızı ala ala hep iç içe karışmalar sonucunda yok olmuştur. Bunun sebebi menfaattir. Bir dönme Türk kızı alırsa:
Gençler, tahsil görenler belki Türk kızı alacaklardır. Fakat ihtiyar ve muhazafakarlar babalarındfan ve onlardan kalacak mirası kaybetmekten korktukları için yeni kendilerinden biriyle evlenirler. Mesela ben, Selanikli iyi tahsil görmüş bir genç tanırım. Bir Türk kızı severdi, onunla evlenince, babası redetti, iş yerinden çıkardılar, sonra onu belinde bir ip vapurlarda hamallık ederken gördüm. Hayatını bu yolla kazanmaya çalışıyordu. bu gibileri ne Türkler benimsiyorlar, ne de Dönmeler tekrar içlerine alıyorlar.

Aydınlar Neden Susuyor?
Aydınlara gelince. Onlarda sadece menfaatperestliklerinden dolayı bu durumdan kurtulmaya çalışmıyorlar. Her zaman birbirlerini tutuyorlar. Boykotları da müthiştir. Onların bu menfaat endişesi ve yalnız kendilerini düşünmeleri yüzünden felakete gidiyoruz. Bilirler ki bir mağaza sahibi iseler müşterilerinin, bir müessese iseler satışlarının %80'ni kaybedeceklerdir. Bundan dolayı susuyorlar. 

Çözüm Nedir?
Şimdi ben düşünüyorum ki gelecek göçmenler, ikişer üçer tamamen Anadolu'ya dağıtılmalıdır. Kesinlikle herhangi bir yerde toplu olarak bulunmalarına imkan verilmemelidir. Sonra varsayalım ki 3 bin genç erkek 5 bin genç kızımız var. Bunların mutlaka kendilerinden başkaları ile evlenmeleri zorunlu hale getirilmelidir. 

Kızlarımız tabii olarak Türklere varacaklardır. Gençlerimiz de Türk, Alman, Fransız kızları ile evlenebilirler.

Rüştü bey, samimi bir dönmedir, nesline bağlıdır. Onun iyiliğini istiyor. Normaldir, bu uğurda çalışması onun hakkıdır.

Vakit Gazetesinin 8.Kanunisani 1924 tarihinde yer alan ve Hüseyin Necati tarafından yapılan röportajdan anlaşılmaktadır ki röportajda dönmelerle ilgili olarak çarpıcı bilgiler verilmektedir.

Rüştü Bey'in Halka Açık Mektubu
Ankara'da bulunan Karakaşzade Rüştü Bey'den yine bir mektup aldık. Bu mektubunda da dönmelik meselesi nedeni ile yapılan bazı yayınlara cevap veriyor. Bu mektubu tarihi bir vesika olarak yayınlıyoruz.

Efendiler !
Yanlış düşünüyorsunuz. Tesadüfen Selanik'te Mustafa Arif adında bir dönmenin Gunanasa başvurması ile Dönmeleri mübadeleye tabii tutulmasını rica etmesinden bahsederek sanki benimle Ankara'da bir plan sonucunda aynı amaçla çalıştığımı ileri sürüyor.

Hayır Efendiler! Yanlış düşünüyorsunuz.
Dönmelerin mubadele edilmemesi için ricaya, propagandaya ihtiyaç yoktur. Gelmek istemeyeni hükümet elinden tutup zorla çekip alacak değildir. Bu son derece basit meseleye çocukların bile aklı erer.

Bazı gazetelerin 4 Ocak 1925 tarihli nüshalarında deniliyor ki:
"Rüştü Karakaş sinir hastasıymış. Kadın meselesine kızgınmış. O nedenle bu Dönmelik meselesini kurcalıyormuş diyerek meseleyi önemsiz göstererek örtbas etmeye ve işi sulandırarak meselenin Millet Meclisinde ve basında tartışmaya bile değer olmayacak derecede önemsiz gösterilmeye çalışılması hep İstanbul'daki Dönmelerin basın üzerinde yaptıkları manevralardan kaynaklanmaktadır. 

Yine orada yazıldığı gibi önceAvustralya ve Tanzanya'daki ilkel kabilelerdeki gülünç hurafeler varmış. Şu tarihte bu hurafeleri almışlar ve kendilerini daima samimi Türk ve Müslüman vaziyetinde görmüşler. 

Tüccar ve memur olmuşlar. Tersane Bakanı, Saray Emini gibi meslek makamlara geçmişler. 

Aralarında Bükreş'te Bakiston biraderlere suikast yapan Nursen bey ve akrabasından İzmir'de Yunanlılar tarafından şehit edilen Dr.Şükrü bey gibi şehitler varmış. 

Gittikçe kendi dışlarından evlilikler başlamışmış! Bunlar arasında farklı ahlaklara sahip insanlar varmış. (Her milletten olduğu gibi) 

Şahsi intikam amacı ile millet içinde nifak ve kötü düşünceler uyandırmaya çalışmak büyük bir suçmuş. Amerikalılar bir adamı kendilerine benzetmek için masraflı vasıtalarla misyonerlik yaparlarmış. Dönmeleri Türk toplumunun dışında göstermek büyük bozgunculukmuş." 

Bunun yanında yine bunlar söylendikten sonra millet meclisinin br anket grubu ile meselenin tamamen çözülmesi arzu ediliyor. Bu gazetenin görüşlerini birer birer tahlil edelim.

Kadın meselesinden dolayı sinir hastası değilim, benim ve bütün ailem her Dönme gibidir. Herhalde kendimi bilir yaptığım işlerin mahiyetinin farkındayım. Zaman zaman nükseden gizli bir sevincin kesinlikle tedavisini isteyen samimi bir ruha sahibim. 

Avustralya ve Tanzanya'daki ilkel milletlere layık görülen hurafeler Dönmelerde de vardır. Bugün ilim ve fen sayesinde şüphesiz birçok gençler bu hurafeleri yırtıp atmışlrsa da yarıya yakın bir çoğunluk gizli ananeler ve hurafelere bağlıdır. Bunu her zaman ispatlarım ve ispatlayacağım. 
Dönmelerden tersane bakanı Sarayemini olmuş zaman içinde önemli memurluklarda da bulunmuş olanlar da vardır. Fakat unutmayalım ki Osmanlı hükümeti denilen Nuhun gemisi veya Babil kulesi, nice yabancı paşalar, milletvekilleri ve bürokratlar, vezirler, reisler v.s. vardır. Sonuç oldu, hepsi aleyhimize çalışmadılar mı? Dün bize milletvekili olanlar, bugün Yunanistan'da milletvekili ve parti liderleri değilmidir? Bu örnekler ile Dönmeler, övülmek mi isteniyor? 

Bükreş'te Bakiston kardeşlere suikast yapan Nursen harekatı Dönmelerin kahramanlığı ve vatanseverperliğini mi gösterir? İzmir'de şehit edilen binlerce asker ve subay arasında bir Dönme doktorun bulunmadı Dönmeler için milli bir gurur mudur? Bunlar ve Ermeniler arasında müstesna olarak Türklüğe hizmet etmiş bir takım adamlar yok mudur? 
Dönmeler içinde bazıları Türklerden kız almışlar veya Türklere kız vermişlerdir. Bununla artık kaynaşma başlamıştır mı denilmek isteniyor? Çok safça misaller. Evet Yahudilerden, Ermenilerden, Rumlardan Türklere karışan kızlar hiç şüphesiz Dönmelerin kızlarından yüzlerce binlerce daha fazladır. Ancak onlara karşı karışıp erimişlerdir. Geride kalan Yahudiler, Rumlar, Ermeniler asıl kimliklerini korumuşlardır. Bu milletlere dün olduğu gibi bugünde sen Yahudisin sen Rumsun sen Ermenisin diye kimse saldıramaz. Çünkü onlar, gizli milliyet gizli din taşımazlar. Maddiyat ve maneviyatları herkes tarafından bilinmektedir. 
Şahsi intikam hissi ile memleket içinde yeni bir nifak ve yanlış düşünceler uyandırmıyorum. aksine nifak ve yanlış düşünceleri gidermeye çalışıyorum. Bununla da memlekete büyük hizmetler yapıyorum. Çünkü normal ticaret ve seyahatte bile ortak ve arkadaş olacak adamın güvenilir olması lazımdır. Nerede kaldı ki aynı sınır içinde aynı hükümet idaresi altında kıyamete kadar kader birliği edeceklerden güvenirlilik aranmasın. dönmeler gizli ve ruh amaç taşımadıkça Dönme adını korudukça hiçbir zaman güven vermezler. Tereddüt ortadan kalkmaz. 

Artık işi sulandırmaya, kişileştirmeye ortalığı karıştırmaya çalışılmamalı aksine medeni cesaret ve insanlık göstererek doğru konuşulmalıdır. Bu büüyk ruhu da herkesten bu gerçekleri idrak etmiş ve kendini hakka adamış olanlardan bekliyoruz. Hiç şüphesiz iki buçuk asır önce cahil bir tüccarın oğlu olan birinin (Sabatay Sevi) gittiği yanlış ve sahte yolların nasıl çıkmaz ve arızalara ulaştığını herkesten daha iyi anlamıştır. Bu nedenle Dönmelere çıkar yolu, doğru yolu, mutluluk ve kurtuluş yolunu göstermek bir görevdir. Bu inkilabı geröçek aydınlardan bekleriz. Gaflet ve karanlıkta kalmış bu insanlara yazıktır. 

Vakit Gazetesi, 1924, "Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi "Dönmeler" ve "Dönmelerin Hakikati"

Bu güne değin en çok tıklanılanlar